Ülkemiz Geri Kalmışlıktan Nasıl Kurtulur ?
Aklı başında ve normal olan her toplum (şayet bazı etkenler tarafından beyinleri yıkanıp, bazı sabit fikirlere şartlandırılmamışlarsa), daha iyi koşullarda, rahat yaşamak, bunun için de geri kalmışlıktan kurtulmak ister. Geri kalmışlıktan kurtulmak için ise içinde bulunulan, karşılaşılan ve hatta karşılaşılma olasılığı olan “sorunları çözmek” gerekir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, sorunları çözmek, önce onları “fark etmeye”,sonra “sorunların nedenlerini arayıp bulmaya”, daha sonra “o nedenleri gidermeye” , tüm bunları yapabilmek de “insan kalitesinin yeterli olmasına” bağlıdır.
Türkiye’nin geri kalmışlığının ana nedenlerinin başında “genel insan kalitemizdeki yetersizlik” geldiğine göre, bu yetersizliğin nedenlerini araştırıp, bulmak ve o nedenleri gidermek gerekiyor. Ancak bunlar ne yazımızın konusu, ne de uzmanlık alanımız. Bununla birlikte, Avrupa Birliği ülkelerinde çalışabilir nüfusun öğrenim görme süresi 13,3 ile 8 yıl arasında değişirken, Türkiye’de bu 3,7 yıl. Bir başka deyişle, Türkiye’de çalışabilir nüfusun ortalama öğrenim süresi ilkokul 4. sınıftan terk oluyor. Buna göre, uzun uzun araştırmaya gerek olmaksızın, yalnızca gözlemlere dayanarak, hemen söylenebilecek olan, Ülkemiz’de “öğretim ve eğitimin yeterince verilemediği”dir. Ayrıca, son zamanlarda televizyon kanallarımızda yer alan bilgi yarışmalardaki durumun açıkça gösterdiği gibi, verilen eğitimin kalitesi tam bir felaket. Alp Dağları’nın hangi kıtada, Romanya’nın hangi denizin kıyısında olduğunu bilmeyen diş doktoru, elektronik mühendisi mi ararsınız, büyük çalımlarla lisede sınıf öğretmeni de olduğunun reklâmını yapıp en basit sorulara bile yanıt veremeyenleri mi? Yoksa turist rehberi olup da, turizm yerlerinin ya da çiçeklerin adlarını bilemeyenleri mi?
2002 yılında Ülkemiz’de 511.372 lise son sınıf öğrencisi mezun olmuş ve taze bilgileriyle üniversite sınavlarına girmiş. Sınav sonuçları tam bir skandal: 45 Matematik sorusundan sıfır ve eksi alan aday oranı % 38; 19 fizik sorusundan % 65; 14 kimya sorusundan % 74; 12 biyoloji sorusundan % 72 ve sıkı durun 45 Türkçe sorusundan tam 38.264 aday sıfır ve eksi net almış, oranı % 7,4.Üniversiteye girecekler arasında kendi ana dilini bile bilmeyenlerin oranı buysa vay halimize. Ayrıca dünya ülkeleri arasında yapılan bir araştırmada, bizim çocukların bilgi düzeyi en altlarda çıkmış. Peki bu koşullarda, Ülkemiz, AB’ye nasıl katılacak, küreselleşen dünyada nasıl yer alacak, diğer ülkelerle nasıl yarışıp, rekabet edecek, sorunlarını nasıl fark edip, çözecek?
Ana dilini iyi bilmeyen, doğru kullanamayan insanların doğru düşünemeyeceği, doğru fikir üretemeyeceği, kavram kargaşasından kimsenin kimseyi anlayamayacağı, dolayısıyla böyle bir yerde yaratıcılık ve ilerleme de olamayacağı açıktır.
Lise ve yüksek öğrenimini 60’lı yıllarda yapmış bizim kuşağın, (özellikle kendi ana dilimizde ve bir yabancı dilde) yeterince iyi yetişemediğini görmüş ve bundan hep üzüntü duymuşumdur. Kendi adıma, açıklarımı gidermeye çalıştım; ama hâlâ birçok eksiklerim olduğunu biliyor ve kendimi yetersiz buluyorum. Hep bizden sonra yetişenlerin daha iyi eğitileceklerini umdum. Ancak ne yazık ki, kişisel gözlemlerim bunu desteklemiyor. Örneğin, 1987 yılından başlayarak, Dernek Başkanlığım ve diğer görevlerim nedeniyle, uzun yıllar boyunca Ankara’daki siyasiler ve bürokratlarla temaslarımda, bazı istisnaları saymazsak, genel olarak, yıllar geçtikçe, siyasilerin ve bürokratların kalitesinin yükseleceği yerde, maalesef, düştüğünü gördüm.
Zaten, özellikle son zamanlardaki bütün yorumların, “Ülkemiz’in geri kalmışlığının kötü yönetimler yüzünden olduğu” yönünde birleşmesi de boşuna değil. Kötü yönetimin sebebinin ise “yetersiz insan kalitesi” olduğu açık değil mi?
Böylece tüm belirtiler, Türkiye’yi geri kalmışlıktan kurtarmak için yapılması gereken işlerin başında, “insan kalitemizi yükseltmek” konusunun geldiğini göstermektedir. Bunun için de, öncelikle, eğitim ve öğretimin süresini arttırmak,yaygınlaştırmak ile kalitesini çağdaş düzeye çıkartmak gerektiği anlaşılmaktadır. Yalnız bunları yapabilmek ve sonuçlarını almak bugünden yarına olabilecek işlerden değildir; bunlar uzun vadede gerçekleşebilir. Ancak her ne olursa olsun, hiç vakit kaybetmeden plânlanıp, yapılmalıdır.
Kaliteli İnsanlarımızı Kullanamayışımızın Nedenleri
Yazının başında, Türkiye’nin geri kalmasının ikinci ana nedeni olarak, “az sayıda olan yeterli kalitedeki insanlarımızı gereken yerlerde, gerektiği gibi kullanamayışımız” olduğunu belirtmiştim.
Açıktır ki, bir işin başına, o işten anlayan kaliteli bir kişi gelirse ya da bir iş öyle bir kişiye teslim edilirse, o kişi “sorunları fark edecek”, “sorunların nedenlerini araştırıp bulacak” ve “o nedenleri ortadan kaldırarak”, “sorunları çözecektir”. Bu durumda, toplumun genel insan kalitesi yetersiz bile olsa, yöneticinin ya da o işi yapanın kalitesinin yeterliliği, sorunların çözümünü sağlayarak, toplumun geri kalmışlığını önemli ölçüde giderecek; bir başka deyişle toplumun gelişmesine ve ilerlemesine hem büyük katkı sağlayacak hem de onu hızlandıracaktır. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bizde yakın tarihimizin en büyük örneği ise kuşkusuz Atatürk’tür. Kendi Atatürk’lerini çıkartamamış olan dünyadaki diğer müslüman ülkelerle bugünkü Türkiye’nin durumunu karşılaştırmak, sanırım konuyu yeterince berraklaştırır. Ayrıca şayet Ülkemiz’de, Atatürk’ten sonra ona biraz olsun yaklaşabilen kalitede yöneticilerimiz çıkmış olsaydı şimdi çok daha iyi yerlerde olabilirdik.
Yine de Türkiye, dünyadaki diğer geri kalmış ülkelere göre, sayıları az da olsa, yeterli kalitede insana sahip olma konusunda, hemen her zaman şanslı olmuştur. Ancak Ülkemiz, bu şansını hiçbir zaman iyi kullanamamış ve az sayıdaki kaliteli insanlarına gereken yerlerde, gerektiği gibi yer verememiştir.
Kaliteli insanlarımızı kullanamayışımızın, kuşkusuz, çeşitli nedenleri var. Ancak en bilinenleri şunlar:
1. Seçimle gelinen yönetim/iş yerleri için, bazı istisnalar dışında, çoğunlukla “toplum kendisine benzer kişilere yöneldiğinden”, “kaliteli kişiler buralara gelemiyor”. (Ünlü sözdeki gibi “Her toplum lâyık olduğu yöneticilerle yönetilir.” kuralı işliyor. Zaten bunun demokrasilerin en zayıf yönü olduğu bilinir; gidermenin yolu ise genel insan kalitesini arttırmaktır)
2. Atamayla gelinen yönetim/iş yerleri için ise hemen her zaman “işe uygun kalitede adam atama” yerine “partili, hemşeri, akraba, arkadaş, tanıdık” olma ölçütleri kullanılıyor. Bunlar da çoğunlukla, yeterli kalitede olmuyor.
3. Bazen, atayanlar ya da seçenler (kendilerinin yeterli kalitede olmamasından ötürü), belirli bir yönetim/iş yeri için atadıklarını ya da seçtiklerini yeterli kalitede sanıyorlar; ancak onlar gerçekte “dünya kalitesinde” olmuyor.
4. Bazen toplum, ilerlemesinin kaliteli kişilerle olabileceğini fark ederek (ya da az da olsa atamayla) böylelerini yönetime getiriyor. Bu kişiler, işe başladıklarında birçok sorunu çözüp bir ilerleme ortaya koyuyorlar. Ancak bunun hemen arkasından, işlerin yoluna girdiğini gören bazı alt kalitedekiler ya kıskançlıkla ya menfaat elde etmek için, harekete geçerek, o kişiyi karalama, yıpratma ve yeme işlemlerine başlıyor, ayağını kaydırarak ya da bezdirip, kızdırıp, kaçırtarak, yerlerine geçiyorlar.
Aslında normal olarak mantıklı düşünce: “Şayet bir ülkede genel insan kalitesi düşük ve kaliteli insanlar da az ise ülkenin ilerlemesi için, ülkenin yararı için, o kaliteli insanların el üstünde tutulmasını, gereken yerlere getirilmesini, önlerinin açılmasını ve onlardan gerektiği gibi yararlanılmasını ön görür.” Ancak ne yazık ki, bu mantık bizim Ülkemiz’de geçerli olmuyor.
Ülkemiz’le ilgili 4. maddedeki durum yaygın olduğundan, bu bir fıkrada çok güzel anlatılır: Adamın birisi öbür dünyaya gittiğinde ona cenneti ve cehennemi gezdiriyorlarmış, cehennemde her milletin kazanının başında bir zebani elinde balyozla bekliyor ve dışarı çıkmaya çalışanların kafasına vuruyormuş; bir tek bizim Ülkemiz’in kazanının başında zebani yokmuş; adam merakla nedenini sormuş; açıklamışlar: “Gerek yok, onlar, kazandan kim dışarı çıkmak isterse kendileri paçasından yakalayıp aşağı çekiyorlar zaten, kimsenin yükselmesine tahammül edemezler.”
Tüm bunlardan ortaya çıkan sonuç ortada: Ülkemizin kısa vadede ilerlemesi ve gelişmişlik düzeyini yükseltmesi için, “yeterli kalitedeki insanlarımızı, gereken yerlerde gerektiği gibi kullanamama” nedenlerini hemen ortadan kaldırmamız gerekiyor.
Denizciliğimizin Geri Kalmışlığı
Yıllardır, “Ülkemiz’in üç tarafının denizlerle çevrilmiş olmasına rağmen denizciliğimizin geri kalmış olmasından” ve “denize sırtımızı dönük yaşadığımızdan” şikâyet edilir. Ancak bunun ana nedenlerinin başında “Devleti yönetenlerin , denizcilikle ilgili yönetim yerlerine, sürekli olarak, partili, hemşeri, akraba ya da arkadaşlarını (en önemlisi, denizcilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan karacıları) getirdiği sorununun geldiğinden” bir başka deyişle “o işin gerektirdiği kalitedeki (bilgi ve deneyimdeki) insanın, yönetime getirilmemesi sorununun geldiğinden” çok az söz edilir.
Oysa denizcilik, her şeyiyle karadan o kadar farklıdır, o kadar farklıdır ki, “kara hukuku” dışında ondan tamamen ayrı, koskoca bir “denizcilik hukuku” oluşmuştur; denizcilik üniversiteleri kurulmuştur; denizcilikle ilgili, kütüphaneleri dolduracak kadar çok ciltlerle kitap yazılmıştır; gemilerde çalışmak ancak ve ancak belirli ehliyetlere (yeterlik belgelerine) sahip olmakla mümkündür; yine denizle ilgili birçok işi yapmak için belirli ehliyetlere sahip olmak şarttır. Üstelik denizcilik o kadar geniş bir alandır ve içinde o kadar çok farklı uzmanlık alanları vardır ki, her bir alanda çalışacaklar özel olarak öğrenim ve eğitim görürler. Denizcilik üniversiteleri, eğitim ve öğrenim verecekleri denizcilik alanlarına göre, çeşitli fakülte ve bölümlere ayrılmışlardır. Ve bu nedenle, bırakın hiç denizcilik eğitimi almamış bir kişinin denizle ilgili bir yöneticilik mevkiine gelip başarılı olmasını, denizciliğin belli bir alanında eğitim almış birisinin bile, bir başka denizcilik alanında tam başarılı ve verimli olması mümkün değildir. Zaten şayet bu mümkün olsaydı, herkese tek bir denizcilik eğitimi verilir ve çeşitli denizcilik eğitim alanlarına gerek olmazdı. (Dünyanın her yerinde, bu gerçeğin farkında olan kaliteli yöneticiler, kendi uzmanlıklarının dışındaki sorunları çözmek için -hatta uzman oldukları konularda bile- o alandaki uzmanlardan yararlanırlar.)
Gerçek böyleyken, Ülkemiz’de denizcilikle ilgili mevkilere, denizcilik eğitimi olanların dışında hemen herkesin getirilmesi çok yaygındır. Ve o kişiler nedense hep, kendilerini “her konudan anlayan üstün insan” olarak görürler. O zaman da, devlet bu ana sorunu çözmeden, denizciliğimiz geri kalmışlıktan kurtulamaz. Çünkü, kimya profesörünün Denizcilikten Sorumlu Devlet Bakanı, iktisatçı, mimar, mühendislerin denizcilikle ilgili işletmelere genel müdür, Sivas lokomotif fabrikası personel müdürünün Mersin liman işletme müdürü, tarih öğretmeninin Antalya liman başkanı yapıldığı Ülkemiz’de, denizciliğin bırakın ilerlemeyi, gerileyeceği bellidir.
Ancak, sanırım Türkiye’de ilk kez, 58 inci hükümette, Denizcilik Müsteşarlığı, denizciliğin bir alanında eğitim görmüş bir Bakan’a bağlandı. Müsteşarlık üst kadroları da bundan olumlu biçimde payını aldı. Umarım bu olumlu gelişme, hem denizcilikle ilgili tüm mevkilere yayılır, hem de denizciliğin belirli bir alanında eğitim görmüş kişilerin daha önce düştüklerini gördüğümüz “Ben denizciliğin tümünden anlarım” yanlışına düşülerek gölgelenmez; kendi alanlarındaki uzman kişilerden, kuruluşlardan, derneklerden yararlanılır. Ve yine umarım, Ülkemiz’de denizciliğin geri kalmışlığının bir zinciri kırılmaya başlar.
This article was written by admin